10 yıl önceydi, Diyarbakır’a yeni gelmiş ev tutmuştum. Evin temizlenmesi için yardım edecek birilerini ararken bir arkadaşımdan telefonunu almıştım Hüsna Abla’nın. İki kişi çalıştıklarını söylemişti. Belediye önünde randevulaştığımızda “Sizi nasıl tanıyacağım?” dediğimde, “Merak etme geldiğinde tanırsın” dedi.
Sözleştiğimiz saatte gittiğimde belediye önündeki merdiven basamağında oturmuş iki kadını görünce Hüsna’nın haksız olmadığını anladım. Birlikte eve gittik. Evdeki eski eşyalara burun kıvırıp, “Sen bunları Atatürk’ün müzesinden mi toplayıp getirdin?” şeklinde benimle dalga geçerek işe başlamışlardı. Suriçi’ndeki Hasırlı Mahallesi’nde oturduklarını, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdikleri mahallede evlendikten sonra da yaşamaya devam ettiklerini ve yarım asırlık bir ömrü orada geçirdiklerini öğrendim.
Pirê ve Hüsna temizlik yaparken birbirleriyle sürekli mahallede oturan kendilerince lakap taktıkları diğer komşuları hakkında konuşuyor, kâh gülüyor, kâh ağlıyorlardı. Konuşmadıklarında ise Türkçe sözlü şarkılardan uyarladıkları ilahiler eşliğinde (Mesela İbrahim Tatlıses’in “Git ara bul getir, saçlarını yol getir” şarkısına “Beni Cennetine Götür” şeklinde yeni düzenleme yapmışlardı) temizlik yapıyorlardı.
“Ah Bircan! Bakma böyle güldüğümüze, az dert çekmedik. Kim ister gidip başkalarının evini temizlemeyi?” demişti Hüsna. Geçim sıkıntısı çeken Hüsna’nın kocası İstanbul’a çalışma bahanesiyle giderek, başka bir kadına tutulmuş, 7 çocukla Hüsna’yı bir başına bırakmıştı. Evlere temizliğe giderek çocuklarını okutmaya çalışan Hüsna sürekli kocasına beddua edip duruyordu.
Hasırlı Mahallesi’nde geçen eski günleri yâd ederken, o civarda bulunan randevuevlerinden getirilen çamaşırları para karşılığında yıkadıklarını anlatırken gözleri doluyordu. Daha sonra o evlerin şehir dışına çıkartılmasıyla mahallenin rahatladığını, belediye tarafından kadın merkezleri ve çamaşır evlerinin açılmasıyla kadınların daha çok sosyalleştiğini anlatıyorlardı. Sabahları ilk iş olarak süpürdükleri kapı önlerinde komşularıyla sohbetlerini, kışlık hazırlıkları imece usulü yaptıklarını anlatırken gözleri ışıldıyordu.
Hüsna ve Pîrê’yle maceramız böyle başlamıştı. Vicdanlı, hakkaniyetli kadınlardı. Diğer yerlere göre küçük ve az eşyalı olan evimi yarım günde tamamladıkları için ısrarıma rağmen “Allah bizi görüyor” diyerek daha az para alıyorlardı. Diclekent’teki yağlı müşterileri kaçırmamak için her seferinde beni yeni bir bahane üreterek ekiyorlardı.
Envaiçeşit bahaneleri vardı. Alzheimer olan annesi için “Annem deli olmuş. Urfa’da meşhur bir hoca varmış, oraya getirdim. Dönünce ararım”, “Kızım kocasıyla kavga etmiş, iki çocuğuyla benim evin üzerine geldi. Şimdi onlarla uğraşıyorum. Ben seni çaldırırım. Ararsın.” Ancak içlerinde en yaratıcı olan bahanesi, başka bir kentteki tarikat faaliyetlerinde yapılan dua sırasında zikir yaparken, o coşkuyla kendini kaybedip ayağını kırdığını söylemek olmuştu. Elbette o hiçbir zaman aramazdı. Bana geldiğinde ya gideceği yer iptal ettirmişti temizliği ya da benim ısrarlarıma dayanamamıştı. Yine de kızamıyordum ona. Çünkü işlerini iyi yapmaları ve esprileriyle temizliği eğlenceye dönüştürüyorlardı.
Suriçi’nde çeşitli aralıklarla geçici süreli sokağa çıkma yasakları başlamıştı. Özellikle Hasırlı Mahallesi en yoğun çatışma alanlarından biri olmuştu. Genelde sabah erken saatlerde ilan ediliyordu yasaklar. Çok zor ulaşabiliyordum artık Hüsna’ya. Bu kez gerçek bir bahanesi vardı artık Hüsna’nın “Eğer yarın sabah sokağa çıkmak yasaklanmazsa gelirim”
Bazı zamanlarda da işi garantiye alıp Ofis’te oturan evli oğlunun evinde gece kalıyor, sabah işe gidiyordu. Canı sıkılmaya başlamıştı Hüsna’nın. Bulunduğu mahalleyi komşularının yavaş yavaş terk ettiğini içi acıyarak anlatıyordu. Geceleri çatışma seslerinden uyuyamadıklarını, çocuklarını korumaya çalıştığını ancak evinden, mahallesinden ayrılmak istemediğini söyleyip duruyordu. “Ben o mahallede nefes alıyorum. Başka yerde ölürüm” diyordu.
Artık her geldiğinde eski neşesinin biraz daha kaçmış olduğunu görüyordum, gözlerinin feri sönmüştü sanki. Sadece yaşanan savaşı anlatıyordu. Hangi komşusunun nereye gitmek zorunda kaldığını, hangisinin evinin harabeye döndüğünü anlatırken boğazı düğümleniyordu. Akşam evine gitmek istediğinde her seferinde üst aramasından geçiriliyor, polislerle dalaşmak zorunda kalıyordu. Şansı yaver giderse sorun yaşamadan gidebiliyordu ama “Bir keresinde polis namluyu gözümün içerisine kadar tuttu. Arkama bile bakmadan gerisin geri oradan ayrılmak zorunda kaldım.”
Çatışmalar şiddetlendikçe evinde kalamamaya başlamıştı. Oğlunun evindeki zorunlu misafirliğin ardından istemeden de olsa Şehitlik’te ev tutmak zorunda kaldı. 17 saatlik sokağa çıkma yasağı kaldırıldığında çekçek arabalarıyla çocuklarıyla birlikte evini taşırken ağlamıştı. “Yine de bir odamı bozmadım. Serili bıraktım. Savaş bitince geri döneceğim. Ben Şehitlik’te duramam”
Şimdi her gün gidip evinin çevresinde dolanıyor, zarar gelip gelmediğini öğrenmeye çalışıyor. Hükümetin Suriçi’ne TOKİ’nin girmesine yönelik kirli planları duyan Hüsna, “Biz evlerimize alışmışız. O betonlar bizim mezarımız olur” diyor. 52 gündür devam eden sokağa çıkma yasakları sırasında Suriçi Bölgesi’ndeki 6 yasaklı mahalleden 3 bin 300 aile göç etmek zorunda kaldı. Hepsi orada nefes alıyordu. Hepsi tıpkı Hüsna gibi günün birinde tekrar evlerine, yaşam alanlarına dönme umudunu taşıyor. Hüsna Abla’yı nefessiz bırakmayın…(BD/NV)